Annemin annesi güzele çok meraklıymış. Köyden İstanbul'a geldiği vakitler, evimizin balkonunda oturur, karşı tepedeki gecekonduları seyreder ve "şu evlerde ne güzel gelinler vardır" diye söylenirmiş.
O gecekondular, kentsel dönüşüm projesi kapsamında yıkıldı, yerlerine toplu konutlar dikildi. Bahçelerdeki kiraz, vişne, elma, armut ağaçları kesildi; yerlerine hazır çim döşendi. Vs.
İnsanların sadece güzel sözlere değil; başka güzelliklere de ihtiyacı var. O güzelliklerden biri eksik olunca, hiçbir şey tamam olmuyor.
Ziya Osman Saba, kiraz ve badem ağaçlarından bahsederken; genç şairlerden Özkan Satılmış, "Saksılar sahiplendi beni" diyor. Bu büyük dönüşüm, sadece hayatımıza, şahsiyetimize, alışkanlıklarımıza değil, gördüğünüz ve okuduğunuz gibi, şiirimize de yansıyor.
Eskilerden kalma bir türkümüz, "Güzellik bir varlıktır" diyor. Bugün 'güzellik' deyince başka, 'varlık' deyince daha başka bir şey anlamıyor muyuz?
Köyden tedavi için İstanbul'a gelen annem, evdeki oyuncaklardan birinin konuştuğuna şahit olunca, önce uzun bir "tövbe" çekti. Sonra da "Ah evladım, oyuncaklar bile dile geldi" diyerek şaşkınlığını gözlerimizin önüne serdi.
Kaç gündür işte burada duruyorum. Oyuncaklar ve başka bir sürü şey dile gelirken, daha doğrusu getirilirken; neler sustu, susturuldu?
Bana kalırsa, susturulan şeylerden biri de güzellik kavramıdır.
Yaprağı olmayan bir ağaç nasıl inandırıcılığını yitiriyorsa, güzellik yaprakları dökülmüş veya olmayan bir insan da sahiciliğini yitiriyor.
Peki, güzellik derken neyi anlıyoruz?
Bir ay kadar oldu. Akşamüzeri Taksim Meydanı'nda bir okuyucu kardeşimizle karşılaştım. Ayaküstü selamlaştık. Kendisini ilk defa görüyordum. Tokalaşmak için elini uzattı. Tokalaştık. Nedense eli çok soğuktu. "Ağabey" dedi; "Hakkını helal et, elim çok soğuk..."
Bu hassasiyet, bir anda içimi dalgalandırdı. 'İçimin dört duvarı bembeyaz badanalı' oldu.
Benim güzellik anlayışım işte böyle bir şey...
Varsın birileri, "güzellik ondur, dokuzu dondur" sözünden mayo ve iç çamaşır defilelerini anlasın. Benim dondan anladığım "renk"tir. Mesela bir halk şairi "Dağlar yeşil don giyince" der. Yani bahar gelince, ortalık şenlenince...
Dağ köylerinde söylenen bir ninnimiz "Yeşil donlu melekler / Kabul olsun dilekler" diye başlar.
Mustafa Özel, Dergâh dergisinin Nisan sayısında yayınlanan yazısında, "Düşünmeyen insan şahsiyet kazanamaz" diyor. Aynı metinde altını çizdiğim bir diğer cümle de şu: "Korkuya dayanmayan saygı, saygıdeğerdir."
Bana kalırsa, korkuya dayanmayan, aynı zamanda güzel olan demektir.
Geçtiğimiz hafta, bir kez daha İstanbul Arkeoloji Müzesi'ne gittim. Her gittiğimde sadece bir bölümü geziyorum. Bu sefer Erken Roma Dönemi'ne ait mezar taşlarının olduğu bölümü ziyaret ettim.
Üst rütbeli bir devlet memurunun mezar taşında sadece şu ibare var: "Görevini kötüye kullanmadı."
On sekiz yaşında ölen bir kızın mezar taşında ise "On sekiz yıl düzenli bir şekilde yaşadı" yazıyor.
Sıradan bir Roma vatandaşının mezar taşında yazan şu cümleyi de notlarımın arasına ilave etmişim:"İyiydi ve birçok meziyeti vardı."
Asıl dikkatimi çeken ise birden fazla mezar taşında geçen "İyi ve kimseye acı çektirmemiş"ifadesiydi.
Bugün Roma denilence aklımıza hoş şeyler gelmiyor olabilir. Fakat altını çizip köşemize taşıdığımız bu dört 'güzel' cümle, 'ihtiyaç listesi' gibi önümüzde duruyor.
Güzellik uzmanlarının bile zamanla "çirkinleştiği" bir dünyada, kalıcı güzellik, ancak ahlakla mümkündür diye düşünüyorum. Güzel ahlakla...
En basit kural: Ahlaksız insan, dünya güzeli seçilse dahi, çirkindir. Çirkine de gölgesi bile düşmandır.
Türkçenin en 'güzel' şiirlerinden bazılarına imza atmış olan Ahmet Muhip, bir yazısında şöyle diyor: "Elimi dostça omzuna koydum, altında yara varmış; canı acıdı." (Yazılar, Adam Yayınları, 1994)
Dünyaya mahsus güzellikler biraz da böyle bir şey...
O yüzden "Canımı yakıyor, dünyanın güzelliği" diye yazmış bulunduk.
İbrahim Tenekeci - 26.04.2010 Yeni Şafak