Bizim için dava, İslâm kalmaktır, insan kalmaktır. Hem kendimizi, hem beldemizi (ülkemizi) türlü kötülüklerden korumaktır. İşte bunun için 'millet ve memleket davası' diyoruz. Hemen peşinden, ümmet. Unutmayalım ki, millî, aynı zamanda dinî demektir.
Öte yandan, zor bir dönemden geçiyoruz. Yerli ve millî isimleri, fikirleri sindirmeye, etkisiz hale getirmeye çalışıyorlar. İslâm derseniz dinci, Türk derseniz ırkçı, Sünni derseniz mezhepçi oluyorsunuz. Bunlara saldırmak dâhil, gerisi serbest.
Artık vatan kelimesi bile hamaset kapsamına giriyor.
Bütün bu karmaşa içinde, yerimiz ve yurdumuz belli: Davamız devamızdır.
Son günlerde daha sık görüyoruz: Bazı insanların 'dava' dediği şey, aslında kendi ikballeri, ihtirasları, inatları, hatta şahsi husumetleri. Bir kişiye, kuruma, topluluğa. Bunları 'hakikat' olarak takdim ediyorlar.
Evet, görüyoruz: 'Ben' diyemedikleri için, 'dava' diyorlar. Hakka ve hakkaniyete değil de, kendilerine sadakat bekliyorlar. Benim bildiğim, Allah'ın kulları, insanların ise arkadaşları, dostları, tanıdıkları olur.
Bu ruh hali, bu psikoloji, evvela adalet duygusunun zedelenmesine yol açıyor. Tartımız, terazimiz bozuluyor. Yani ölçüyü kaybediyoruz. Haliyle, en ufak bir itirazı dahi ihanet olarak anlıyor ve adlandırıyoruz. 'Sadık değilmiş' diyoruz.
İçimizden biri, arzu etmediğimiz bir karar alıyor. O andan itibaren, onu, davaya ihanet etmekle suçluyoruz. Hain olarak tarihe geçeceğini ilan ediyoruz. İşte bu kadar önemliyiz.
En açık ifadeyle yazalım: Memleket yangın yerine dönmüşken, hâlâ benlik peşinde koşmak, neyi muhafaza etmeye çalıştığımızı gösteriyor. İster milliyetçi olalım, ister mütedeyyin, sonuç değişmez.
***
Pekala, 'herkesin davası kendine' deyip kenara çekilebiliriz. Bu yazı kaleme alınmamış olur. Fakat biriktirdiğimiz nice şahitlik, yazmamız için bizi zorluyor. Hangi birini dile getirelim? 'Dava'yı sıçrama tahtası, reklâm ajansı olarak görenleri, kullananları mı?
Diyelim ki, hakiki marifet, kalıcı muvaffakiyet, yarbay yahut general değil, mehmetçik olabilmek.
Dönüp geriye bakıyorum. Otuz yıldır insanları kazanmaya çalışmaktan yorulduk. Şikâyetçi miyiz? Bazen evet, çoğu zaman hayır.
Bu yorgunluğu nasıl ifade edebiliriz? Bir örnekle deneyelim: Bize yapılan kötülükleri anlatır, fakat iyilikleri pek anlatmayız. İyilik sessizdir, dilsizdir, yorucudur. Bilinir ama bilinmez.
Şahitliklerimden biri de şu: Bu süre boyunca, dava bahanesiyle, maddi kazanç peşinde koşanlar hiç yorulmadılar. Belki huzurlu değiller, fakat mutlular.
Şükür ki, hep buna inandık: Esaslı kâr, asıl dava, insanların duasını almaktır, Allah'ın rızasını kazanmaktır.
Kendimizi olmamamız gereken bir yere koymamız halinde, işin rengi yıkıcı bir biçimde değişiyor.
Sevilen, sayılan, beğenilen insanları tehdit gibi görmeye başlıyoruz. Meziyet ve şahsiyet sahibi olanları değil, alkış tutan elleri, durmadan öven dilleri tercih ediyoruz. Yanlışları bile büyük bir istekle, iştahla onaylayan. Haliyle, bilerek veya bilmeyerek, milletin kıymetli evlatlarını öğüten, emekleri ziyan eden bir değirmen taşına dönüşüyoruz. Bütün bunlar, 'dava' adına yapılabiliyor. Misalleri çoktur.
***
Soralım: Mesuliyet, mahcubiyet ve mensubiyet duygusu olmayanın davası olur mu?
Soralım: Millet ve memleket ateş çemberinden geçerken, ümmet ölüm-kalım mücadelesi verirken, şahsiyat yapmak, dava ehlinin işi midir?
Kâğıt üzerinde her şey iyidir, hoştur, yolundadır. Uygulamada ne oluyor, ona bakmak lazım. Sözgelimi; daima vatan, millet, milliyet diyenlerin şu zor zamanlardaki tavrı. Sonuç?
Uygulama demişken. Kuvvet, tek başına hiçbir şey ifade etmez. Cesaret şarttır. Kuvvetli bir insansınız, fakat cesaretiniz yok. Sadece yerinizde oturmakla kalmaz, o cesareti gösterip ayağa kalkanı da karalamaya, gözden düşürmeye çalışırsınız. Üstelik, dava dediğiniz şeyi kullanarak. Mesuliyet ve mensubiyet duygusundan kaynaklanan cesarete 'ihanet' diyerek. Nitekim bir kez daha böyle oldu.
İbrahim TENEKECİ – 29 Ağustos 2015 Yeni Şafak