Ve sen…
Coşkun bir nehir gibi akıyordu hayat, gümrah bir ırmak gibi akıyordu. Kâh şelale olup beyaz köpüklerle selamlıyordu sevdalısını. Kâh derin vadilere sıkışıp kalıyordu.
Her anne babanın tek bir hayali vardı: Çocuk.
Sen bir hayaldin dostum, bir umuttun ilkin. Hayatın yükü bir babanın belini bükerken dik durmak için dayandığı asa gibiydin. Annen iki eliyle birden göklerden umut dilendiğinde gönle ilk düşen, dudaklardan ilk dökülendin.
Doktorlar, hemşireler, etrafında gülümseyip zafer naraları atarken sen gözlerini açar açmaz ağlıyordun ya onlara inat. Neler biliyordun da ağlıyordun sanki. Yoksa bir şeyler mi fısıldamışlardı kulağına?
“Şelaleler yüksekten akar.” derlerdi, doğruydu. Yüksek bir ideal için gelmiştin yeryüzüne. Tek bir tırnağına değişilmiyordu onlarca metrekare daire, bilmem hangi model araba.
Herkes pervaneydi etrafında. Nereye gitsen el üstünde sen, nereye varsan bir iltifat, bir ilgi...
“Aaa ilk kelimesini söyledi.” diye muhabbet konusu olmuştun ki, bülbül gibi şakımaya başladın. Ha ayakta durdu, ha az sonra yürüyecek derken hayata koltuk tepelerinden bakmalar, duvarlara tırmanmalar filan...
Çizgi film ve masal saati başlayınca hiç kimseyi dinlemediğin, bir küçük oyuncağa, birkaç şekere dünyaları değişmediğin günler geldi. Kiraz mevsimine daha kaç gün kaldı diye serzenişin, dışarıda kar yağarken ille de çilek isterim diye tutturdun zamanlar başladı...
Kardan beyaz umutların vardı, güvercin kanadında uçuşan hayallerin. Yoksa ne diye soğuk bir kış gününde ille çilek, kiraz, dondurma diye tutturacaktın?
Kanatlarını yüksekte açanın kanatlarını kırmaya niyetlidir hayat. Koşmak isteyene çelme takar, yüzmek isteyeni içine çeker. Bunları daha sonra öğrenecektin.
Derken okul günleri başladı. O ilk günü unutmuş olamazsın. Ürkek ürkek sınıfa girerken “Anne ne olur sen de gel” diye yalvarıyordun. Henüz nazın her dünyaya geçiyordu.
Alfabe, sayılar, kitaplar, alıştırmalar... Sen büyürken beklentiler de büyüyor, hayaller senin üzerine inşa ediliyordu: “Benim oğlum büyük adam olacak! Bu kız öğretmen olacak amcası...”
Dedim ya coşkun bir nehir gibi akıyordu hayat, gümrah bir ırmak gibi akıyordu. Turnalara el salladığın, göçmen kuşları türkülerle uğurladığın deli çağlar nasıl da hızla geçti. Deniz özlemin, sıla hasretin, bir tatil anılarını harfi harfine arkadaşına anlatışın, “yarın mutlaka görüşelim kanki” deyişin, “çağrı attığımda aşağıya inersin” diye sıkı sıkı tembih edişin... Hayat albümünde yerini alıyordu.
Ergenlikte kendini tanımaya başlamıştın. Haz ve hız dünyası karşısında bocalamalar, cinsel sorgular, kimlik bunalımı, karışık duygular, platonik sevdalar...
Bir tatlı gülüş yüzünü kızartabiliyordu artık. Hayallerin iki kişilik kurulmaya başlıyordu.
Ve ilk gençlik çağları... Bir savaş dünyayla ki sormayın. Her şeyi bildiğini zannediyordun. Dünyayı değiştirmeye niyetliydin. Göğüs coğrafyanda koşuşan yılkı atları dizginleyemiyordun. Uçsuz bucaksız bozkırlara sığmıyordun. Durmuyordun, durulmuyordun, yılmıyordun, gem vurulmaya gelmiyordun. Gözünü budaktan sakınmıyordun, arkadaş kavgalarında en önde koşuyordun, adam satmıyordun...
“Kimim ben, neden ve niçin varım?” sorusunu sormaya başladığında ruh buhranların derinleşiyordu. Hayatı anlamlandırma çabası elbette ki kolay değildi. Fırtına başlamıştı bir kere. Otoriteye karşı çıktığın, anne baba öğretmene itiraz ettiğin, haksızlıklara başkaldırdığın, korkmadan ölüme yürüdüğün zamanlar başlamıştı.
Lise arayış, üniversite buluş dönemi demekti. Bu arayışta kaybolan arkadaşların olacaktı. Kimi solcu oldu, kimi komünist, kimi bilmem ne. İlerici, gerici, bilmem hangi partili. Artık şahsiyetinden ziyade dünya görüşün önemli olmaya başladı.
Bakkalın, manavın, kafeteryanın gözünde müşteri, politikacının gözünde seçmen, otobüs firmasında yolcuydun. Unvanların sürekli değişiyordu.
Önsözü kendine ait olmayan bir eserde insanın başrol oynaması mümkün değildi oysa!
İstatistikler... Ah şu istatistikler yok mu? İnsanı bir rakam yerine koyan, hesap makinesinin küçücük ekranında köşeli köşeli rakamların içine hapseden istatistikler? Doğduğun zaman nüfus memuru aile kütük defterine bir sayı eklemişti. Sınıf listesi bir kişi fazla görünüyordu senin yüzünden. Hayır, hayır sen sadece sayı ve rakamlarla izah edilemezdin.
Bir ruhun vardı çünkü, hayallerin vardı. Ceplerinde taşıdığın umutlar dünyanın bütün dertlerini saniyede yok edebilirdi. Aşkın, sevdan, mücadelen, çilen, hasretinle bir bütündün. Sayılarla açıklanamayan ve hesap makinesine sığmayan hislerin vardı.
Materyalist dünya nüfuz edemediği bölgeyi yasak bölge ilan etmişti. Sayılamayan ve paraya çevrilemeyen şeylerin kıymetsiz sayıldığı bir çağa denk gelmiştin... “Uncountable things is’nt important!”
Vücudun santimlerle ölçülen geometrisi bozulmasın diye kırk türlü takla atan modern bilim senin ruh buhranların karşısında duyarsızdı. Salgı bezleri diyordu, endorfin, seratonin, adrenalin diyordu. Daha ötesi yoktu.
Heykel destek üstündeyken senin ruhun desteksizdi.
Durup teneffüs edeceğin, doyasıya nefesleneceğin bir zamanı arıyordun. Fakat bu hiç gerçekleşmeyecekti. Dünya hızlıydı, bir yere yetişmek için hızla koştururken sen yerinde duramazdın. Duran düşüyordu, yavaşlayan sendeliyordu.
Üniversite, iş hayatı derken hayat hızını daha da artırıyordu. Sen ise vites yükselterek önce yürümekten koşmaya, sonra koşmadan koşturma ve koşuşturma seviyesine çıkacaktın. Bir iş bitmeden bir diğeri başlayacaktı.
“Perdenin ardı perde, perdenin ardı perde,
Her siper aşıldıkça gaye öbür siperde...”
Coşkun bir nehir, gümrah bir ırmak, gibi akıyordun. En bereketli topraklara gelince yavaşlayacak, denizi görünce durulacaktın. Fakat...
Dönülmez akşamın ufku göründüğünde “Bu son fasıldır ey ömrüm nasıl geçersen geç” mısraları anlamsızlaşıyordu. Mana âlemine uçurduğun dualar, yaptığın iyilik ve güzelliklerden başka bir şey kalmayacaktı geriye.
Güneş bir daha doğmamak üzere ufuk çizgisinin ardına saklanırken sen arkanda hasretler, umutlar, özlemler, yaşlı gözler bırakarak sonsuz bir okyanusun içinde kaybolup gidecektin.
Lise yıllarında “Kimim ben, neden gelmişim dünyaya?” diye soruyordun ya, bu samimi sohbetten sonra cevabına ben de ortak olmak isterim:
Sen hayatsın dostum. Hayatın olmadığı yerde insan yok diyorlar, ne büyük yalan! İnsanın olmadığı yerde hayat yok. Mars’ın tamamı küçük bir ilçenin çay ocağı kadar kıymet ifade etmiyor.
İçinde volkanlar kaynayan dünyanın üstü denizler, okyanuslarla süslendi. Kıtalar envai çeşit meyvelerle, rengârenk çiçeklerle, ağaçlarla kaplandı. Gökler direksiz, yeryüzü temelsiz inşa edildi. Uzaydan gelecek tehlikelere karşı hava savunma sistemi kuruldu, koruma kalkanı oluşturuldu. Atmosferdeki gazların oranı, suyun akışkanlık derecesi, yerçekimi, manyetizma, dünyanın kendi etrafında dönüş süresi, güneşin yaydığı ışığın frekansı, gezegenler ve galaksiler arasındaki mesafeler, dünyanın yirmi üç derecelik bir açıyla boyun büküklüğü... En hassas terazilerle ölçüldü, en güçlü formüllerle hesaplandı.
Demem o ki, dünya senin için özel olarak hazırlandı.
Meclisteki vekillere imrenirken gerçek vekilin sen olduğunu unutuyor gibisin! Dünyaya bir sineğin kanadı kadar kıymet vermeyen Allah, sana halifem diyor oysa, vekilim diyor.. Farkında mısın?
Sen coşkun bir nehir, gümrah bir ırmak, gibi akıyorsun. Ve coğrafya kitabındaki tek gerçek ırmak sensin dostum!