BİR baba, büyük oğlunu Mark Twain’in “Hayatta iki önemli gün vardır. Biri doğduğun gün, diğeri neden doğduğunu anladığın gündür” sözünü söylemek için yanına çağırır.
“Oğlum, hayatta iki önemli gün vardır” diyor ama cümlesini bitirmeden, küçük oğlu içeriden bağırıyor: “Cumartesi ve pazar!”
Baba, “Neden?” diye soruyor.
Çocuk da “Çünkü o iki gün okul yok” diyor. Belli ki çocuk, öğrenme motivasyonu kaybetmiş ve okula gitmek istemiyor.
Evet, Türkiye’de öğrencilerin büyük çoğunluğu böyle hissediyor. “İnşallah bana yarın kamyon çarpar da okula gitmem” diyen öğrenci bile var. Peki, bu motivasyon sorunu nasıl çözülür?
Bunu çözmenin birçok yolu var. Ama en önemlisi öğretmenlerin kendilerini bu çocukların yerine koyup onları anlaması. Yani empati.
Öğretmenlere bu çocukların duygularını ve düşüncelerini anlatırsak çok işe yaramaz. Öğretmenler bunları zaten biliyor. Kalıcı öğrenme için deneyim gerekir. O zaman öğretmenlerin de benzer bir deneyimi yaşaması gerekir. Öğretmenler, bir süre kendi alanı olmayan ve/veya nefret ettikleri bir dersin öğretmeni olmalı. Örneğin, tarih öğretmeni, biyoloji dersini veya bir ünitesini öğrenmeli ve onu öğretmeye çalışmalı. Bu şekilde birçok motivasyon sorunu çözülecektir.
Birçok öğrenci okulda nefret ettiği dersleri öğrenmek zorunda. Ama bir öğretmen, nefret edilen bir konuyu öğrenmek zorunda olmanın ne anlama geldiğini çoğu zaman bilmiyor. Aslında öğrenciyken öğrendi ama muhtemelen unuttu.
Öğretmen kendi alanını sevdiği için (tabii ki kendi alanını sevmeyen öğretmenler de var), öğrenciler de o alanı sever zannediyor.
Bir öğretmen nefret ettiği konuyu öğrenmek zorunda kalırsa çocukları daha iyi anlayacaktır ve empati kuracaktır. Empati olmadan öğrenmenin olmasını bekleyemeyiz.
BİLGİNİN LANETİ
‘Bilginin laneti’ diye bir kavram var. Uzman olan kişiler, konuları yeni öğrenen bir kişinin nasıl ve ne kadar sürede öğrendiğini bir müddet sonra unutur.
Bir araştırmada, teknoloji uzmanlarından belirli bir yaşın üzerindeki insanların cep telefonu kullanmayı ne kadar sürede öğrenebileceğini tahmin etmeleri istenmiş.
Bu insanlar telefonu kullanmayı tahmin edilenden üç kat daha uzun sürede öğrenmiş. Yani uzmanlar bilginin lanetine maruz kalmış.
ÖĞRENME BÜTÜNCÜLDÜR
Bir süre başka bir alanda ders vermeye başlayan öğretmen görecektir ki gerçek hayat, okulda olduğu gibi derslere ayrılmamıştır. Hayat bir bütündür.
Kendi alanı ile başka alanlar arasındaki bağlantıyı görecektir.
Örneğin, beden eğitimi öğretmeni görecektir ki toplumların ve bedenin enerji kullanma yöntemi aynı.
ÖĞRENMENİN ZEVKİ
Gerçek öğrenme ‘zor’ olduğu kadar ‘keyifli’ bir süreçtir.
Harvard Üniversitesi’nden Prof. Teresa Amabile bir araştırmada çalışanların günlüklerini incelemiş. Çalışanlar en çok bir şey öğrendikleri zaman mutlu olmuş. Ama öğrenmenin keyifli olabilmesi için merak duygusu ve/veya gelişim hissi olmalı. Çocuk bir şey keşfettikçe ve geliştikçe mutlu olur.
Yeni bir konuyu en baştan öğrenen öğretmen, öğrenme ortamı iyi kurgulanırsa öğrenmenin zevkini tekrar tadacaktır.
ÖĞRETMEN GÜCÜNÜ ‘BİLMEKTEN’ ALMAMALI
Tabii bunların olabilmesi için öğretmenler “Öğretmen gücünü bilmekten alır” bakış açısını değiştirmeli. Öğretmenler gücünü ‘bilmekten’ değil, ‘öğrenmekten’ almalıdır.
Gücünü bilmekten alan bir öğretmen ‘Ben bilmiyorum’ deyip kendisini öğrenmeye açamaz. Belki kitaplardan yeni bilgiler edinebilir ama deneyimsel öğrenmeyi yaşamaz.
Gücünü öğrenmekten almayan bir öğretmen, sınıfta tartışma ve keşfetme ortamı da yaratamaz. Çünkü çocuklardan öğreneceği bir şey olmadığını düşünür.
Birçok öğretmen “Çocuklardan bile çok şey öğreniyorum” der. Zaten oradaki ‘bile’ kelimesi bile, öğretmen için çocuklardan bir şey öğrenmenin doğal bir süreç olmadığını gösterir. Dahası öğretmen “Çocuklardan bir şey öğreniyorum” dediğinde, birkaç küçük bilgiyi kastetmektedir. Kavramsal veya şema değiştirecek düzeyde bir öğrenmeden bahsetmez. Çocuklardan kavramsal olarak çok şey öğrenebiliriz.
Gücünü ‘öğrenmekten’ alan öğretmen, sınıfında tartışma ortamı yaratır ve farklı fikirlere maruz kalır. Sınıftaki herkes öğrenmenin keyfini yaşar.
Bir öğretmen hiç bilmediği bir konuyu öğrenmek ve sonra öğretmek zorunda kalırsa o da öğrenciler ile bir öğrenme sürecine girecektir. Öğrenen öğretmen ‘kimliğini kazanmaya’ başlayacaktır.
ÖĞRETMENE DÜŞEN GÖREV
Sonuç olarak, çocukların okulu sevip sevmemesi büyük ölçüde öğretmene bağlı.
Öğretmen, öğrenen öğretmen kimliğini kazanırsa, bir konudan nefret eden öğrencinin psikolojisini ve onun nasıl öğrendiğini anlarsa ve hayatı bir bütün olarak algılarsa, bu öğrencilere pozitif yansıyacaktır.
Bu durumda okullar ‘öğrenmeyi seven’ ve mutlu öğrenciler ve öğretmenler ile dolacaktır.
Özgür Bolat - Hürriyet - 28 Temmuz 2018