ESRA AĞLIYOR...
İbrahim Bey ve Kur’ân’m Çiçekleri filminin ortasında, hüngür hüngür ağlayarak sinemayı terkeden genç kız, şimdi karşımda oturuyor. Az önce annesi aramış ve acilen randevu istemişti.
Bu onu ilk görüşüm değil. Ama karşımda ilk kez ağlıyor. İlk kez bu kadar savunmasız, ama bir o kadar da kendisi.
“Ben ait olmak istiyorum.” diyor Esra. “Bir yere ait olmalıyım; bir inanca, bir görüşe. Şurada veya burada, ama bir yerde olmalıyım.” Mütedeyyin bir ailenin bu görünüşe göre uçarı kızı, ilk kez kaderle ilgili yoğun sorularıyla gelip karşıma oturmuştu. Kelebeklere özgü bir coşkuyla o konudan bu konuya sekiyor, sorularının cevaplanamazlığından emin görünüyordu. Böylece ailesinin inandığı gibi inanmamış oluyor, bu çetin sorularla kendi farklılık ve biricikliğine bir pencere açıyordu.
“Ben ilahiyatçı değilim.” dedim. “Sorularına cevap arayacağın yer burası değil. Ama bu soruların senin için neden bu kadar yakıcı ve önemli olduğunu birlikte konuşabiliriz.”
Kabına sığamayan, ailesinin ona ördüğü kozayı zorlayıp kırlara uçmak isteyen yüzlerce, binlerce genç kızdan biriydi Esra. Yüzlerce genç kız gibi o da çok sevilmek, el üstünde tutulmak, anlaşılmak istiyordu.
Ona nasihat etmedim.
Bu hatayı bir kez bir başka genç kızın karşısında yapmıştım. Yitirdiği liseli aşkının ardından neredeyse altı aydır yas tutan ve ağlayan onyedi yaşında bir genç kıza çok bilmiş, çok şeyler görmüş geçirmiş bir ağabey edasıyla nasihat etmiş, “Daha karşına seveceğin kimler çıkacak, dur bakalım!” demiştim.
O genç kız, çıkışta hüzünlü gözlerini yerde gezdirerek, annesine “Doktor beni anlamadı.” demişti. Besbelli ki, o kendi hayatında eşi benzeri olmayan bu durumun biricikliğinin tescil edilmesini istiyordu. Böyle bir aşkla yalnız kendisinin sevebileceğini ve bir daha asla böyle sevemeyeceğini düşünüyordu. Bir onay istiyordu; iç dünyasının biricikliğine ve yaşadıklarının derinliğine, bütün bunları boşuna yaşamadığına dair bir onay. Nasıl incindiğini doktorun da hissedebilmesini istiyordu. Birisi onun ruhuna dokunabilsin, orada ne fırtınalar koptuğunu görsün istiyordu.
O genç kız, aşk meydan muharebesinde çok erken yaralanan ve yarasını bir doktora göstermeye çalıştığı ilk seferinde sukutuhayale uğrayan o ‘muharip gazi,’ bana çok önemli bir şey öğreterek kayboldu gitti: “Asla nasihat etme!”
Esra’ya nasihat etmedim. Çünkü nasihat ettiğiniz bir insanı yeterince anlamış olamazsınız. Nasihat ettiğiniz birisini kolayca bir kalıbın içine sıkıştırır ve bireysel farkları dikkate almaksızın o kalıplaşmış tip hakkındaki malumatınızı ona
boca edersiniz. Anlayıp hissedebilmek, hemhal olabilmek öğüt vermekten daha değerliydi.
Esra cıvıl cıvıl bir kız, kırların rengine bürünmek isteyen bir kelebek. Âlem kanatlarındaki renkleri görsün istiyor. Ailesinin dindarlığı Esra’yı ‘kesmiyor.’ Onun daha derin soruları, daha yakıcı bir ızdırabı var. Onların çeşmesinden içtiği su, susuzluğunu dindirmiyor. Ama, aslında her kız çocuğu gibi, en çok babası tarafından sevilmek istiyor. Babası tarafından onay görmek, onun tarafından pışpışlanmak, okşanmak, takdir edilmek istiyor. Ailesinin yaşam biçimlerine başkaldırırken, aslında “Beni daha çok sevin!” diyor Esra. “Benim biricikliğimi hissedin! Bunu bana söyleyip beni şımartın!”
Esra ait olmak istiyor. Önce, her çocuk gibi, babasının ülkesine ait olmak istiyor. Sonra, onu çevreleyen, anne ve babasına ise bir yaşama biçimi, bir anlam sağlayan düşünce ve duygu iklimine ait olmak istiyor. Ama bunu anne babasının yaptığı gibi yapmak istemiyor. O kendi cıvıltısıyla, coşkusuyla, yaşama sevinciyle orada olmak istiyor. Oysa dinî yaşayış coşkulardan el etek çekeli çok olmuş buralarda. Ne yapsın Esra? Nereye koşsun şimdi? Nerede olsun?
Eskiden aidiyet sorusuna cevap vermek daha kolaydı. Muhafazakâr ailelerin tutundukları aidiyet üç aşağı beş yukarı aynıydı ve hayatın sorularına iyi-kötü cevaplar üretebiliyordu. Eskiden ya burada, ya da oradaydınız. Irmağın iki yakası vardı ve siz birisinde yer alıyordunuz. Yeni kuşaklar hibrid. Melez yani. Onlar dünün ve bugünün melezleri; hatta yarının da. Onlar sizden aldıkları aidiyet hissiyle yetinemiyorlar. Baş-döndürücü bir rüzgâr esiyor etraflarında. Kronolojik zaman alabildiğine hızlanmış, durmadan imge yığıyor önlerine. Her şey çok hızlı, o yüzden hiçbir şey kökleşemiyor. Yer tutmak
çok zor. Çok sayıda doğru var, ama hiçbir doğru kişinin iç âleminde ruhu sükûna erdirecek bir yoğunluğa ulaşamıyor.
Aslında anne babaların da kafası karışık. Çünkü onlar da yerli dizi seyrediyorlar, onların da en büyük eğlencesi televizyon kanalları arasında sihirli bir halıya binmişçesine yaptıkları yolculuk. Babalar eve geliyor ve gece yatana kadar televizyon seyrediyorlar. Arada namaz kılıyorlar. Sonra dönüp yeniden televizyon seyrediyorlar. Televizyonun karşısında uyuyorlar.
Çocuklarımıza sunabileceğimiz en değerli hediyeyi esirgiyoruz onlardan: zaman. Çocuklarımız, dikkat ve varlığımızı onlara sunmamızla bir güvenlik ve aidiyet hissine kavuşurlar.
Pazar ekonomisinin yaydığı psikoloji, anne babalık gibi paraya tahvil edilemeyen işleri tenzil-i rütbeye uğratıyor. Yakınlık, samimiyet, dostluk, diğergâmlık gibi değerler, pastadan pay almamızı sağlamıyorlarsa eğer, kolayca çöp sepetine atılabiliyor.
Diğerini duymaya ne kadar da az zaman ayırır olduk! Sohbet için hiç vaktimiz yok. Hayat için umarsız bir koşturmaca, ilişkilere menfaat eksenli bir bakış, ruhlarımızı var olmanın ızdırabından sıyıran uçarı bir neşe, içtiğimiz suyu, soluduğumuz havayı kirletip duruyor.
Sorun Esra’da mı? Esra’nın ailesinde mi?
Dindarlığın dahi zemininin sarsıldığı bir zaman diliminden geçiyoruz. Bizatihi dindar olmak veya dindar görünmek insanlara ahlaki bir aidiyet hissi sağlamıyor. Dindarlığın kendisi insanları hayâsızlıktan, çalıp çırpmaktan, torpilli ihale alımlarından korumuyor, koruyamıyor. Herkeste, her şeyde bir yersiz yurtsuzluk… Cep telefonlarından mesaj göndererek kandil kutluyoruz. Dinin zahmetsiz versiyonları… Buharlaşan büyük anlatılarla birlikte, nereye tutunacağını bilemeyen, köksüzleşmiş, popüler kültürün oyuncağı haline getirilmiş bir gençlik… Nereye gidecek? Eve gitse, anne babalar orada
televizyon seyrediyor. Sokakta kimi arkadaşları Hasan es-Sabbah’ın fedaileri gibi haşhaş çekip kendilerinden geçiyor. İmam-Hatip Lisesi’nde okuyan onbeş yaşında bir genç kızı babası kolundan tutup getirmiş, ‘ekstazi’ kullanıyor diyor. Çelimsiz ürkek kız, korka korka konuşuyor. “Bütün tuvaletlerde var bu.” diyor, “okulun yarısı müptela.” Gençlerin pek çoğu internet üzerinden tanışıp çet’leşiyor. Sanal âlemde bir bilseniz neler olup bitiyor. Konuşmak ve sevmek bile şekil değiştiriyor.
İlginç zamanlarda yaşıyoruz. Aidiyet problemi üzerine her zamankinden fazla düşünmek gerekiyor.
“Artık orası olmayacak, çünkü hepimiz buradayız.” diyor küreselleşmeyi anlatan bir slogan. Hepimiz buradayız ve bir orası yok. Köksüz, yurtsuz, kimsesiz, yalnız. Anne babalarımızdan dahi emniyet almadan…
İşte bunu en uzak hücrelerine dek hissettiği için, Esra ağlıyor.
Kemal SAYAR - Kalbin Direnişi- Timaş